İNSAN VE DÜNYA ÜZERİNE GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERİM
  10-ERDEMLİ TOPLUM VE MUTLU İNSANLAR
 

ERDEMLİ TOPLUM VE MUTLU İNSANLAR ÜZERİNE GÖRÜŞ VE DÜŞÜNCELERİM

 

1-    AHLAKÎ BOZULMA VE ÇÖKÜŞÜN KAYNAĞINDA NELER VAR

Ülkemizde, bilgisayar, internet, cep telefonu ve televizyondan kaynaklanan güzel, hayırlı ve iyi gelişmeler olduğu gibi, maalesef, bu aletlerden kaynaklanan kötü, çirkin ve yanlış hadiseler de var. İnsanımız özellikle cep telefonu ve internetten çok kötü etkilenmeye başladı. Daha doğrusu bunları kötüye kullanma eğilimleri artmaktadır. Belki de tüm Dünya’da internet, cep telefonu nedeniyle ahlakî bozulma ve çöküş artmaktadır. Ülkemizdeki insanların bunlardan olumsuz etkilendiğini anlamak için araştırma yapmaya dahi gerek yoktur. Gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini bir hafta takip etseniz yeter. İşte birkaç haber. Antalya’da cep telefonuyla başka bir erkekle mesajlaşan kadının cesedi üç gün sonra ormanda bulundu. Başka bir haber, “İzmirli bir genç kız, daha onyedisinde, face book adlı internet sitesinde tanıştığı sahte yönetmen tarafından “film artisti yapacağız” diye kandırıldı.” Kızın şu demeci gazetede başlığa çıkartılmış: “Yaşadıklarım başkalarına ders olsun”. Bir başka haber. İnternette sohbet odasında tanıştığı ve ne soyunu-ne sopunu bilmediği genç uğruna evini terk eden genç kızın acı sonu. Bu saydıklarım cep telefonu ve internetten kaynaklanan binlerce üzücü hadiselerden sadece birkaçı. Bunun dışında, TV’lerdeki birçok dizi ve eğlence programından ya da sözde sanatçı diye geçinen uçuk-kaçık tiplerden etkilenerek de yanlışa, batağa saplanan gençlerimiz bulunmaktadır. Hepimiz bilmekte ve görmekteyiz ki, TV’deki dizilerin, yarışma ve eğlence programlarının birçoğu ahlaksızlık yaymaktadır. Sözde sanatçılar topluma kötü örnek olmaktadır.

Televizyon, internet ve cep telefonunun ahlakî bozulma ve çöküşe neden olduğu çok açık. Buna rağmen, bu gidişatı önlemek konusunda ilgili Kurumlarca alınan tedbirler çok yetersiz kalmaktadır. Niye mi yetersiz? Çünkü, meselenin adı konulmuyor. Önce meselenin adı konulmalıdır.

Meselenin adı şudur: TV, internet ve cep telefonu “reyting, tıklanma ve konuşma” uğruna suiistimal ediliyor. Mesele “suiistimal”dir. Para ve reyting uğruna bir büyük nesil fütursuzca hiçe sayılıyor. Meselenin özünü böyle belirledikten sonra, karşımıza bir gerçek daha çıkıyor. O da şu. Topluma, gençlere model olarak gösterilenlerin büyük kısmı, sözde sanatçı, özde birer “azdırandır”. (Sanata ve sanatçıya, ölçü ve kural tanıyorsa, örf ve adetlerimize saygı duyuyorsa, ben de saygı duyuyorum. Aksi hâlde, onları bir sanatçı değil, birer “azdıran” olarak görüyorum) Bu uçuk-kaçık tiplere, bu azdıranlara reyting uğruna, para uğruna göz yumuluyor. Göz yumulmakla da kalınmıyor. Bu tipler TV’ler vasıtasıyla saygıdeğer bir makama da oturtuluyor.

İşte burası en önemli noktadır. TV’de yarışma, eğlence programları adıyla, reyting uğruna, gençlerimizi azdıranları saygıdeğer bir makama yerleştirdikten sonra, istediğin kadar, “aman gençlerimiz, kötü yola yönelmeyin, iyi ve ahlaklı olun” diye tavsiyede bulun. Boştur bu. Gençler, senin tavsiyeni değil, el üstünde tutulan, ama gerçekte, “birer azdıran” olan sözde sanatçıları, artistleri örnek alır. Çünkü onlar birileri tarafından saygıdeğer makama yerleştirilmiştir. Hatta Devlet’in TRT’si tarafından bile.

Bu çöküşe, bu bozulmaya TRT’nin de alet olması çok acı. TRT, özel TV’ler gibi değildir ve olamaz da. TRT, vatandaşların vergisiyle kurulmuş bir kurumdur. Özel TV’lerden daha dikkatli olmalıdır. İşte size bir “azdıran hadise”si. Ben bu Ülkede vergi veriyorsam, TRT’de dansöz kılığıyla oynayan birinin, bilmem ne uluslar arası yarışmaya katılacak diye Millet’in gözüne, kulağına, sabah-akşam denilmeden fütursuzca pompalamasına, karşıyım. Ve vergi veren bir Türk vatandaşı olarak TRT’nin başındakilere bu hususta duyarlı olmadıkları için “hakkımı helal etmiyorum”.

Sözü fazla uzatmaya gerek yok. Ahlakî bozulma ve çöküşün en büyük müsebbibi sanat yapıyorum diye ortaya çıkan “azdıranlardır. Bu azdıranları şiirsel olarak şöyle tasvir etmek mümkün:“Meslekleri belirsiz, sanki bir soyguncu, kartvizitlere baksan, ya artist, ya oyuncu. TV’de pusudalar, reyting için azdırırlar, Parayı cebe indirirler tring için azdırırlar.”

Evet, sözün özü bu. Birileri, düşüncesizce, şan-şöhret, para uğruna bir nesli mahvediyor. Birileri de reyting uğruna bunlara göz yumuyor. Göz yummakla kalmıyor, alıyor baş tacı ediyor. Reyting kaygısında değil, bu büyük Milletin geleceğinin kaygısında olmak gerek. İşte bu kaygıyla Milletimize ve özellikle gençlerimize sesleniyorum: TV’ye çıkan her kişiyi sanatçı olarak görmeyin. Lütfen, bunları tanıyın. Ve bunlardan uzak durun.
Ahmet SANDAL
Şair Yazar

 

  2- GÜNLERLE BİRLİKTE ANLIYORUM

      Günden güne anlıyorum, günlerle birlikte anlıyorum, sözlerin önemli olmadığını, özlerin önemli olduğunu.

Ecdadın ne kadar haklı olduğunu günden güne anlıyorum. “Kal’e değil, hâl’e itibar edin” diyen Ecdad ne kadar da haklıymış. Bir insanın sözüne değil de özüne itibar edilmesi gerektiğini günden güne anlıyorum. Bir insan hakkında fikir yürütürken de, temel anlayışım, o insanın sözü değil, siması, yani yüzü artık. Günden güne anlıyorum ve günlerle birlikte anlıyorum. Adamın yüzü bana bir şeyler anlatıyorsa, anlıyorum. Yoksa, yüzü itibar telkin etmiyorsa, yani hâli yanlış ise, sözüyle anlattıklarını alıp çöpe atıyorum.
Bir insanın yüzüyle sözü, sözüyle yüzü uyumlu olmalı. Hâli ile kali de uyumlu olmalı elbet. Eğer sözü göklerde dolaşıyor da yüzü yerlerde sürünüyorsa, acıyorum o insana. Eğer yüzü bir nur parçası gibiyse, yüzü göklerdeki hilal gibi parlıyorsa ve hâli de düzgün ise, isterse sözü olmasın, o insanı seviyorum.
Günlerle birlikte, günden güne anlıyorum, “ruhu yüce insanın, ruhu cüce insana baktıkça küçüldüğünü ve insanın kainata baktıkça büyüdüğünü.” Günlerle birlikte anlıyorum, “insanın zamana baktıkça ve “zamane şartları” dedikçe küçüldüğünü.” Çocuklar zamana bakmıyor, kainata bakıyor ve ruhça büyüyor. Günlerle birlikte anlıyorum ruhça küçüldüğümüzü. Ve çocukların ruhlarının dev gibi olduğunu. İnsanı zaman mı küçültüyor, yoksa mekan mı, yoksa insan mı? İşte asıl soru bu, işte asıl bunu çözmeye çalışıyorum.
İnsan ruhuna baktıkça büyüyor. Ruhunu besledikçe büyüyor insan, bedenini besledikçe küçülüyor. İşte bundan dolayı çocuklar yaşça ve bedence küçüktür, amma ruhça büyüktür. Çocuklar kainata bakıyor. Çocuklar ruhuna bakıyor ve besliyor. Hiç düşündünüz mü, tüm canlıların çocukluk halleri, küçüklük hâlleri neden çok güzel. Ve neden büyüdükçe çirkinleşiyor. Cevabı çok basit, küçüklerin ruhları güzel de ondan.
Bir insan yavrusu, bebekken dünyalar tatlısı, insan gördükçe huzur ve nur görüyor yüzünde. Büyüdükçe, eğer ruhunu güzel tutmazsa, inan çirkinleştikçe çirkinleşiyor. Bir yeni doğmuş kuzuyu alın kırlarda, annesinin peşi sıra giderken, alın sevin. Sevmeye kıyamazsınız. Bir çam fidanını toprakta filizlenirken bir görün, içiniz kıpır kıpır eder, dokunamazsınız. Sözü uzatmaya gerek yok, “küçük güzeldir.” Küçüğün ruhu güzeldir çünkü.
Günlerle birlikte anlıyorum ki, insanlar, keşke yüzlerini güzelleştirmek için harcadıkları makyaj parasının onda birini ruhlarını güzelleştirmek için harcasalardı. Ruhlarını güzelleştiren kitaplara para harcasalardı keşke. Bu kitapları okusalar, anlasalar ve uygulasalardı, yüzleri pırıl pırıl olurdu.
Makyaj insanı güzelleştirmiyor, aksine, “zelilleştiriyor”. Zelil ne demek? İnsanın küçülmesi, hor ve hakir hâle gelmesi, aşağılaşmasıdır. İşte yüze yapılan o maddi makyaj, insanı böyle rezil ediyor, zelil ediyor, kadın olsun, erkek olsun. Fakat, ruha yapılan o manevi makyaj var ya, insanı yüceltiyor ve ay parçası gibi ediyor.
Günlerle birlikte anlıyorum, “bakmak ve görmek” arasındaki büyük farkı. Günler geçtikçe anlıyorum, “okumak ve anlamak” arasındaki büyük farkı. En çok çocuklar ve takva sahipleri görüyor. Biz bakıyoruz, onlar görüyor. Çocuklar, en büyük takva sahipleridir. Biz büyüdükçe takva bizden uzaklaşıyor mu? Büyüdükçe dünya derdi, iş-güç, meşgale falan-filan derken takvayı rafa mı kaldırıyoruz? Bu soruların cevabı evetse, “vay hâlimize!”
Okuduğumuzu anlıyor muyuz? Gün geçtikçe bu sorunun da önemli olduğunu, anlıyorum. Gün geçtikçe anlıyorum, “yazarın yazdığıyla, okurun okuduğunun aynı şey olmadığını.” Hz. Mevlana’yı da çok iyi anlıyorum gün geçtikçe. “Ne kadar konuşursan konuş, anlattığın karşındakinin anladığı kadardır” diyor Hz. Mevlana.
Günlerle birlikte anlıyorum, “takvaya sıkı sıkı sarılmam gerektiğini, bir çocuk gibi.” Günlerle birlikte anlıyorum.

 

Ahmet Sandal

 

3-KURAN EŞİTTİR KURTULUŞ

Bu yazının başlığı Kur’an’da Kurtuluş Kavramı” şeklinde düşünülmüştü. Sonra, “Kur’an ve Kurtuluş” olarak tasarlandı. Daha sonra Kur’an’da Kurtuluş” hâline geldi. En sonunda, en güzeli “Kur’an Eşittir Kurtuluş” olsun diye tefekkür edildi. Gerçekten de, aşama aşama bir sonuca vardım ki, “Kur’an Eşittir Kurtuluş”. Kurtuluş derken, tabi ki esasta Ahiretteki kurtuluş kastedilmiştir. Ahiret için kurtulacak vasıflara sahip olan zaten bu Dünyada da kurtulmuştur.

Kur’an ve Kurtuluş üzerine kafa yoran her akl-ı selim insan şunu anlar ki, Kur’an-ı Kerim’de “kurtuluş” kavramı üzerine oldukça fazla durulmaktadır. Bu hususta kısa bir tefekkür ettiğimde, aklıma önce, Bakara Suresinin daha ilk ayetlerinden itibaren kurtuluştan bahsedildiği geldi. Bilindiği üzere, Kur’an-ı Kerim’in ikinci suresi olan Bakara Suresinin başında, kurtuluşa erenlerin vasıflarının sayılmaktadır. Bakara Suresi 1. ayette, “Elif, Lam, Mim” ile başladıktan sonra, kurtuluşa erenlerin özellikleri sayılır. Anılan Surenin 2, 3 ve 4. ayetleri şöyledir: “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilenlere de inanırlar. Ahirete de kesin olarak inanırlar.” Bu vasıf ve hususiyetler sayıldıktan sonra 5. ayette, Allah-û Teala Hazretleri açıkça, “İşte onlar Rab'lerinden (gelen) bir doğru yol üzeredirler ve kurtuluşa erenlerdir” buyurmaktadır.

Bakara Suresinin daha ilk başından itibaren kurtuluşa erenlerin özelliklerinden açıkça bahsedildiğini belirttik. Peki, ilk surede, yani Fatiha Suresinde kurtuluşa ilişkin bir beyan, bir açıklama mevcut mudur? Bu soruya en güzel cevap şu olmalıdır. Kuran’ın özü Fatiha Suresi olduğuna göre, Kur’an’da baştan sona kurtuluşa çağırdığına göre, elbette, Fatiha Suresi de baştan sona kurtuluşa çağırmaktadır.

İşte Fatiha Suresi, işte kurtuluş: “Bismillahirrahmânirrahîm Hamd, Âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm, hesap ve ceza gününün (ahiret gününün) maliki Allah’a mahsustur. (Allahım!) Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz. Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine ve sapıklarınkine değil.” Evet, sözün özü bu. Kim ki, gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna gitmez, o işte kurtulmuştur.

Şimdi ilk iki sureden sonra, Kur’an-ı Kerim’deki diğer surelere de “kurtuluş” noktasında hızlıca bakalım. Hızlıca bakalım derken, yazımın hacmini uzun tutmamak için özet bir bakışta bulunacağız. Yoksa, “Kuran ve Kurtuluş” konusu, inanın, ciltler dolusu kitapla anlatılacak uzunluktadır.

Kur’an-ı Kerim’de “kurtuluşa” ilişkin başka beyanlar nelerdir? Bu konuda kısa bir araştırma yaptığımızda, Kur’an-ı Kerim’de kurtuluş ve kurtuluş mânâsına gelen kelimeleri (hidayet, selam, cennet, fevzil azim ve benzeri kelimeleri) araştırdığımızda, bu hususta, binlerce kez beyanla karşılaşmaktayız. Mesela, Kur’an-ı Kerim’de kurtuluş kelimesi 40, hidayet kelimesi 160, selam kelimesi 30, cennet kelimesi 150 kez geçmektedir. (Sayılar kesin rakamlar olarak değil, yaklaşık olarak belirtilmiştir) Bu durumda, kurtuluş mânâsına gelen diğer kelimeleri (selam, hidayet, İslam, Cennet, azaptan azad olmak, mutluluk yurduna kavuşmak, fevz vb gibi kelimeleri de) bu sayılara eklediğimizde, anlarız ki, kurtuluş ve benzeri kelimeler Kur’an-ı Kerim’de 1000’den fazla kez dile getirilmektedir.

Yazımın bu noktasında, Taha Suresi ve Teğabün Suresinde geçen iki ayeti mealen burada örnek olarak belirtmek uygun olacaktır diye düşünmekteyim. Taha Suresi 64. ayette; "Bundan ötürü, tuzaklarınızı biraraya getirin, sonra gruplar halinde gelin; bugün üstünlük sağlayan, gerçekten kurtuluşu bulmuştur." Teğabün Suresi 9. ayette: “Sizi toplanma günü için birarada toplayacağı gün; işte bu aldanma (teğabün) günüdür. Kim Allah'a iman edip salih bir amelde bulunursa (Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük 'mutluluk ve kurtuluş budur.

Kur’an Eşittir Kurtuluş dedim ve konuyu bilgim nispetinde ve dilim döndüğünce izaha çalıştım. Kur’an-ı Kerim’in başından sonuna kadar kurtuluş olduğunu belirttim. Fatiha Suresi’nin tamamına ve Bakara Suresinin başlangıcına işaret ettim.

Peki, Kur’an-ı Kerim’in son suresinde kurtuluşa ilişkin ne gibi hususlar var. Gelin, “Kuran ve Kurtuluş” noktasında en son sureye bir bakalım. De ki: “Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik’ine, insanların İlah’ına sığınırım.” “Allah’a sığınmak” nedir? Allah’a sığınmak kurtuluştur. Öyleyse, son sure de aynı ilk sure gibi baştan sonra kurtuluştur. Kur’an-ı Kerim’in başı kurtuluş, sonu kurtuluş, ortası kurtuluş.

Sözü uzatmaya gerek yok. “Kur’an Eşittir Kurtuluştur, vesselam.”

Ahmet SANDAL
Şair Yazar

 

4- EY DOST! MÜNAZARA ET SAKIN MÜNAKAŞA ETME

İlk bakışta münazara ve münakaşa aynı anlamada ya da benzer anlamlarda sanılsa da, mahiyetleri ayrıntılı bir şekilde düşünülüp tahlil edildiğinde, fark anlaşılacaktır. Bundan dolayı başta belirtmek gerekir ki, münazara ve münakaşa, anlamca çok çok farklı iki kelimedir. Bu iki kelimenin aslı Arapçadır. Bu iki kelime Dilimizde eskiden çok ayrı mana ifade ederken ve kullanılırken günümüzde neredeyse unutulmaya yüz tuttu. Sanki ikisi tek bir anlama ve tek bir kelimeye indirildi. Bu iki kelimeyi, yani münazara ve münakaşayı karşılayacak tek bir kelime kullanır olduk ve ikisine birden “tartışma” dedik. Halbuki, münazara, münakaşanın karşılığı olan tartışma anlamını içermemektedir. Münazara, dinlemeye dayanan ve üstünlük sağlama maksadı taşımayan bir konuşma ve görüşme şeklidir. Münakaşa ise dinlemeden çok söylemeye dayanan ve üstünlük sağlama maksadıyla yapılan bir konuşma şeklidir.

Evet, günümüzde, aynı manada kullanılsa da, münazara ve münakaşa birbirinden oldukça farklıdır. Münakaşada dil öne çıkar. Münazarada ise kulak öne çıkar. İnsanın iki kulağı, bir dili vardır. Büyüklerin söylediği gibi, “iki dinlemeli, bir söylemeli” İnsanın başına ne gelirse “dilinden gelir”. Münakaşacı insanlar çok konuşur, çok söz eder. Esasında çok söz etmek ve çok konuşmak dengesizlik alametidir de. Münazarada ise az konuşma ve çok dinleme geçerlidir. Münazaracı insan dengeli davranır ve ölçüyü iyi tutturur. Münakaşacı dengesiz davrandığı için, rastgele konuştuğu için ağzından olur olmadık sözler çıkar. Belki sonradan kendisi de bu sözleri söylediğine pişman olur, amma iş işten geçmiştir. Büyük İslam Âlimi Şirazlı Sadi’nin söylediği gibi “bir sözü söylemezsen, o söze sen hakimsin, ancak, söylersen, o söz sana hakimdir.” Daha açıkçası, kafandan geçen bir olumsuz sözü söylemediğin müddetçe mahzuru yok. Ama o olumsuz sözü söylersen, altında kalır ezilir gidersin.

Az konuşmak ve tartışmaktan kaçınmak er kişinin işidir, çok konuşmak ve tartışmak her kişinin işidir. Münazara faydalı ve güzeldir? Münakaşa ise zararlı ve çirkindir.

Münazarada insanın niyeti halistir. Bu durumda başta niyet önem kazanmaktadır. Münakaşada ise üste çıkma ve kazanma hırsı sözkonusudur. Bu hırstan dolayı da dinleme ve karşı tarafın görüşlerine itibar etme ve saygı gösterme yerine devamlı söz söyleyerek üste çıkma düşüncesi ön plandadır. Münazara ile münakaşa arasındaki farkı anlamak için şöyle basit bir benzetme yapabiliriz. Münazarada asıl maksat üzüm yemektir, münakaşada ise bağcıyı dövmektir.

Bizim inancımızda üstünlük taslama ve öne çıkma hırsı devamlı surette kerih ve kötü görülmüştür. Bu durumda İslam İnancında münakaşanın yeri yoktur diyebiliriz.

Münakaşa sırasında, kişinin gözü hırstan dolayı öyle kararmıştır ki, Hak-batıl, doğru-yanlış, iyi-kötü demeden sırf üstünlük sağlama uğruna ve nefsanî duygularla hareket edilir. Nefsanî duygularla hareket etmek bir Mü’min sıfatı değildir. Mü’min bir insan mü’min bir kardeşine üstünlük sağlamak için tartışma içine girmeyeceği gibi, bir mü’minin mü’min olmayan birine karşı dahi üstünlük sağlama ve öne çıkma gayesiyle tartışma içine giremez. Ancak, güzel bir şekilde Hakkı anlatır. Nitekim Yüce Kitabımız Kuran-ı Kerim’de; Nahl Suresi 125 Ayette; “Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, onlarla en güzel şekilde mücadele et” şeklindeki beyan münazaraya işarettir. Münazara ilim ve hikmet yoludur. Münakaşa ise nefsin yoludur.

Burada bir Hadis-i Şerif’i zikretmek isterim: Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Bir kavm, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise bu, mutlaka cedel sebebiyle olmuştur."Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu söyledikten sonra, delil olarak) şu âyeti okudu: "Onlar: "Bizim tanrımız mı yoksa O mu daha iyidir?" dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münakaşacı bir millettir" (Zuhruf 58). (Tirmizî)

Bu Hadis-i Şerif göstermektedir ki, mü’min olmayan kişiyle dahi münakaşa, tartışma içine girilmeyecektir. Bu durumda, iki mü’minin, ya da mü’minlerin tartışma içine girmesi hiç yakışık alır mı! Bu hususu teyiden bir başka Hadis-i Şerif’i zikretmek gerekirse; yine Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Kim haksız olduğu bir münakaşayı terkederse kendisine cennetin kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir münâkaşayı terkedene de cennetin ortasında bir ev kurulur. Kim de ahlakını güzel kılarsa cennetin yüce yerinde bir ev kurulur." (Tirmizî)

Münakaşanın ne gibi zararları vardır? Bunlardan birkaçını sıralamak isterim. Münakaşa, kine, hasede, düşmanlığa, inada, yalan söylemeye, övünmeye, kibre, insanların kusurlarını araştırmaya ve Hakkın açığa çıkmasına engel olmaya neden olur. Bunlar ise en zararlı durumlardır.

Münazaranın faydalarını sıralamak için, münakaşanın zararlarının zıttına bakmak gerek. Çünkü münazara münakaşanın tam zıttıdır. Münazara, dostluğa, kardeşliğe, doğru sözlülüğe, hizmete, ilme, hikmete, takva ve tevazuya, insanların kusurlarının gizlenmesine, Hakkın ortaya çıkmasına vesile olur.

Münakaşa ve münazara arasındaki farkı anlatmaya çalıştığım yazımın sonunda, Rabbimden niyazım şudur ki; “bizleri münakaşacı eylemesin ve yalnızca Hakkı anlatanlardan eylesin. Az konuşmayı, az gülmeyi, az yemeyi, az uyumayı, çok dinlemeyi, çok düşünmeyi, çok infak etmeyi ve Hakkı çok çok zikretmeyi Bizlere nasip etsin.” Amin

Ahmet SANDAL

 

5- MODERN DOSTLUKLAR

Kimse üzerine alınmasın ve “sözüm meclisten dışarı” diyerek sesleniyorum: Zamane dostluklarından şikâyetçiyim, bizar olmuşum. Bir Yazarın dediği gibi “medeniyetinizden istifa ediyorum” benzeri bir haykırışla “bu çağın dostluklarından fersah fersah uzak” olduğumu belirtiyorum. Bu zamanın dostluklarına “modern dostluklar” diyorum ve esasta menfaate dayalı olduğunu belirtiyorum.

Modern dostluklar mevsimler gibi geçicidir. Modern dostluklar özü ve sözü farklıdır. Özü-sözü farklı olandan hayır gelmez. Modern dostluklar vefa arama, ne gezer.

Şimdi diyeceksiniz ki, Rahmetli Fuzulî, fuzuli yere mi söylemiş; “selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar”. Burada rüşvet menfaat ile eşanlamlıdır. Yani dostlukların bir kısmı eskiden de menfaate dayalıydı. Şimdi de dayalı. Değişen bir şey yok. Şimdi de selam veriyorsun, yalancı dost, modern dost menfaatine uymuyorsa, selamı almıyor ya da kerhen alıyor.

Menfaat ve maddiyat, insanoğlunun var olduğu günden beri mevcuttur ve toplumlarda ön plandadır. Buna diyeceğim yok. Eskiden de menfaatperestler vardı, şimdi de var.

Peki, bunları böyle söylüyorsun da, neden günümüzün dostluklarından şikâyetçisin? Eski ile yeni arasında ne fark var ki, şimdiki dostluklara modern dostluklar deyip de eleştiriyorsun? Elbette, konu bu kadar basite irca edilemez. Yani basit hâle getirilemez. Niye mi?

Her şeyden önce kendi gözlemlerim var. Çocukluğumdaki dostlukları, arkadaşlıkları ve konu-komşu yardımlaşmasını, dayanışmasını şimdi göremiyorum. Herkes kabuğuna çekilmiş. Kimse kimsenin derdini, gaile olarak görmüyor ve kaale dahi almıyor. O zaman ekonomi ve para-pul bu kadar ön planda değildi. İnsanlar kanaatkârdı.

Şimdi, ne kanaat kaldı, ne de yardımlaşma kaldı. Şimdilerde samimiyetin yerini, “riya ve iki yüzlülük” aldı. Şimdilerde yardımlaşma ve dayanışmanın yerini “düşene bir tekme de sen vur” anlayışı aldı. Şimdilerde “timsah ağlamaları” çoğaldı. İnsanın sevincini paylaşmanın yerini de “sahte gülüşler” aldı.

Günümüzde, mantık ve anlayış değişti. Mantık ve anlayış değiştikçe, dostluklar da değişti. Hayatı insanlar “ekonomik bir koşu” sanıyor. Tabi ekonomik bir koşu olarak gördüğü için de, önüne ne gelirse ezip geçiyor. İnsan kendisini yarışta sanırsa, durup da etrafına bakar mı? Bakmaz elbette. Eskiden mahallede bir ortak ruh ve aidiyet duygusu vardı. Şimdi, herkes kendi başına, herkes özgür, herkes kendi hayatını yaşıyor. Eskiden, “konu-komşu ne der” kaygısı vardı. Şimdi “kim ne derse desin” umursamazlığı var.

Kısacası, garip bir dünyada yaşıyoruz. Menfaatler ön planda. Menfaate dayanmayan, hesabi olmayan, hasbi dostluklar yok mu bu toplumda? Var elbette. Ancak dostlukları yüz olarak aldığımızda, kaçta kaçı hasbi, kaçta kaçı hesabi, işte bu oran önemli.

Kimse kusura bakmasın, artık dini maksatla bir araya gelen bazı cemiyetlerde dahi, bir parasız adamın, bir gariban adamın konumu, zengin ve varlıklı, hele bir de makam-mevki sahibi bir adamın durumu gibi değil. Bu noktada, yıllar önce, Babamla aramda geçen bir konuşma aklıma geldi. Babama sordum: “Baba, dâhil olduğun cemiyetteki insanlar arasında bir problem mi çıktı? Eskisi kadar fazla görüşmez ve bir araya gelmez oldunuz. Neden?” Babamın cevabı şu oldu: “Oğlum, ben onların yaptıklarını yapamıyorum. Onları davet edip evimde ya da başka bir mekânda ağırlayamıyorum. Böyle olunca da çok da fazla aralarına katılamıyorum”. Tabi, burada Babam, o dini cemiyetten kendisi uzak durmayı tercih etmişti. Yoksa, o cemiyetin bir bütün olarak, bir garibanı dışlaması elbette sözkonusu olamazdı. Herhangi bir toplumda, garibanlık, parasızlık, bir dışlanma sebebiyken, “elbette, yine en iyi dayanışma, en büyük yardımlaşma ve hasbi dostluklar dini cemiyetlerdeki fertler arasında var.” Tabi normal alanı da bu. Dini cemiyetlerdeki fertler arasında da modern dostluklar cari olursa, menfaat asıl olursa, o zaman, “ört ki ölem” durumları geçerli olurdu.

Evet, modern dostluklar ve hasbi dostluklar arasındaki farkları anlattığım yazıma bir müşahedemi daha kaydederek devam edelim. Benim müşahede ettiğim kadarıyla, bir insan çocukluk arkadaşıyla, okul arkadaşıyla dostluğunu büyüdüğünde de, işe girdiğinde de aynı heyecan ve aynı doğrultuda sürdürüyorsa, bu hasbî dostluktur. Bu durum bile, maalesef günümüzde mümkün olamıyor. Herkes kendi yolunu çiziyor, herkes iş-güç telaşında, arkadaşını, dostunu unutabiliyor. Ve eski arkadaşını unutan insan, çoğunlukla modern dostluklar kuruyor. Modern dostluklar da menfaate dayanıyor. Menfaat bittiğinde, dostluk da bitiyor.

Modern dostluk ve hasbi dostluk arasındaki farkı aşağıdaki misal ile açıklamak ve yazıyı bitirmek istiyorum. Bir insan, bir hafta sonu sabah kalktığında, “bu gün bir hasta ziyaret etsem, bugün bir asker ziyaretine gitsem, bir öğrenciyi evinde ya da yurdunda ziyaret etsem ya da bir huzur evinde, bir çocuk yurdunda kalanları ziyaret etsem” diye düşünmüyor da şöyle düşünüyorsa, “bu gün bir makam sahibi, mevki sahibi bir tanıdığı ziyaret etsem ve ilişkilerimi iyi tutsam” diye düşünüyorsa, işte o düşündüğü şey modern dostluktur. Düşünmediği de hasbi dostluktur.

Allah bizleri hasbî dostluk kuranlardan eylesin. Amin.

Ahmet SANDAL

 

 

6- BİLENLER HERKESE ANLATSIN

Bir kuraldır. Çok ağır, çok önemli bir hususu anlatmaya başlarken genelde hafif bir giriş yapılır. Ben de aynı metodu izleyeyim. Yazıma bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla başlayayım. Ancak, konu çok ağır ve önemli.

Nasreddin Hoca bir gün Akşehirde camide vaaz vermek için kürsüye çıkıp:
”-Ey cemaat bugün size ne söyleyeceğimi biliyor musunuz”, diye sormuş. Camideki topluluk gür bir ağızla “-Bilmeyiz” demişler. bunun üzerine Hoca:-“Siz bilmeyince bensize ne söyleyeyim” diyerek kürsüden inmiş ve camide kendisini dinlemeye hazırlanan topluluğu öylece bırakarak cübbesini giymiş ve camiyi terk etmiş. Hoca ertesi günü yine vaaz vermek için aynı kürsüye çıkmış ve cemaate aynı soruyu sormuş. Cami cemaati bu sefer Hocayı kaçırmamak için hep bir ağızdan “-Biliriz” cevabını vermiş. Hoca bu sefer de onlara:“-Mademki biliyorsunuz o halde benim söylememe ne lüzum var” demiş ve cübbesini giydiği gibi camiyi terk etmiş. Ertesi gün camideki topluluk Hocayı vaazdan kaçırmamak için kimisi biliriz, kimisi de bilmeyiz demeyi kararlaştırmışlar. Hoca vaaz etmek üzere kürsüye çıktığında topluluğa yine aynı soruyu sormuş. Cemaat de daha evvelden kararlaştırdıkları gibi bazıları biliriz, bazıları da bilmeyiz diye karşılık vermişler. Bu sefer Hoca büyük bir ciddiyetle topluluğa dönerek: “-Öyleyse bilenler bilmeyenlere anlatsın” demiş ve kürsüden inmiş.

Fıkra böyle. Nasreddin Hoca fıkraları içerisinde büyük hakikatleri saklar. Fıkra deyip de geçmemek gerek. Yukarıdaki fıkra da aynı cinsten.

Fıkrayı anlattık. Gelelim, Kur’an-ı Kerim’de Zümer Sûresi 8. ve 9. ayetlere. Ayetleri aşağıda yazalım ve düşünmeye başlayalım.
“8 - İnsana bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün gönlünü vererek Rabbine dua eder. Sonra kendisine tarafından bir nimet lütfettiği zaman da önceden O'na dua ettiği hali unutur da, yolundan sapıtmak için Allah'a ortaklar koşmaya başlar. Ey Muhammed! De ki: "Küfrünle biraz zevk et, çünkü sen, o ateşliklerdensin."
9 - Yoksa o, gece saatlerinde kalkan, secdeye kapanıp, kıyama durarak daima vazifesini yapan, Ahireti hesaba katan ve Rabbinin rahmetini uman kimse gibi olur mu? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak temiz akıl sahibi olanlar anlar.”
Ayetler çok derin ve düşünmeyi gerektiriyor. Ben Nasrettin Hoca gibi yapmayıp bildiklerimi anlatmaya çalışacağım.
Bu ayetlerde iki tip insan profili çiziliyor. Bu insanlardan birincisi hesabî davranan, diğeri ise hasbî davranan insandır.
Hesabî davranan insan, Dünyada hep plan yapar, şu olursa şunu yapacağım, bu olursa bunu yapacağım der durur. Dünyada her şeyi bir hesaba bağlar da, Ahiretteki hesabını unutur. Ahiretteki hesabını unutan bu insan Allah’ı da unutmuştur. Bu insan zaman zaman Allah’ı hatırlar. Ne zaman hatırlar? Adam hesabî ya! Başı sıkıştığı, güçlük ve zorluk içine düştüğü zaman hemen Allah’ı hatırlar. Gel gör ki, bir nimet ve lütufa kavuştuğu zaman, ilk yaptığı iş, Allah’ı unutmaktır. Bu tipteki adam kendisi Allah’ı unuttuğu gibi, başkalarını da saptırmaya çalışır. Allah (cc) bu tipteki insana çok ağır bir hitapta bulunuyor ve “git eğlen, küfrünle zevklen, ancak Ahirette sen ateşliklerdensin.” Evet, çok ağır bir hitap ve çok elim bir akıbet değil mi!
Hasbî davranan insana gelince, Allah (cc) bizleri bu şekilde davranan insanlardan eylesin, amin. Hasbî insan, gece geç saatlerde namazını kılar, gece-gündüz vaktini iyi değerlendirir ve Dünyadaki aslî vazifesini asla unutmaz. Bütün işlerinde hep Ahireti hesaba katar. İşte bu kişi kurtuluşa ermiştir.
Zümer Suresi 8. ve 9. ayetleri yorumlayıp da iki insan tipini sizlere sundum. Birisi hasbî diğeri hesabî. Dikkat edin burada Müslüman ve Müslüman olmayan ayrımı yok. Hasbî ve hesabî ayrımı var. (Hasbî davranan yalnızca Ahireti hesaba katandır. Hesabî davranan yalnızca Dünyayı hesaba katandır.)
Allah (cc), bu ayetlerin sonunda “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” diye hitapta bulunuyor. Burada şu husus vurgulanıyor, hasbî davrananla hesabî davranan aynı kefeye konur mu hiç! Dünyada hasbî davrananla, hesabî davrananın Ahiretteki yerleri hiç aynı olur mu? Peki bu farkı kim anlar? Yüce Allah (cc) kendisi cevaplıyor: Bunu ancak temiz akıl sahipleri anlar.
Hayattaki en büyük gerçek, her şeyin Ahirette bir hesabının olduğudur. Bunu bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu! Bunu Allah’ın izniyle biliyorum.
Şimdi, Nasreddin Hoca’ya sesleniyorum: Hocam, bilenler bilmeyenlere anlatsın dediniz. Ben söz ve yazılarımla elden geldiğince herkese anlatıyorum.
Ahmet SANDAL

 

 

7- HADİSE’DEN UTANDIM

Avrupa Ülkelerinden bazıları müzik alanında yarışıyor. Adına Eurovision denilen saçma sapan bir yarışma yıllardan beri sürüyor. Bu yarışma yıllardan beri eleştiri alıyor. Puan verirken Ülkelerin siyasi durumuna göre puan verildiği, sanat ile siyasetin birbirine karıştırıldığı yıllardan beri söyleniyor. Hatta bazı Ülkeler bu yarışmadan çekildi. Geçen seneler başka Ülkeler bu yarışmadan çekilmişti. Bu sene Gürcistan çekildi. Yunanistan’dan yıllardan beri oy alamayız. Adamlar düşmanlıklarının gereğini yapıyor. (Benim bu yazıdaki eleştirim olayın siyasi boyutuna değil, ahlakî boyutuna. Elbette, bir müzik yarışmasında siyasi saiklerle oy kullanılması doğru değil. Ancak, yazımın konusu bu değil.)

Ben olayın, yani Hadise’nin ahlakî boyutuna dikkat çekmek istiyorum. Dün gece (16.05.2009 tarihinde) bilmem kaçıncı Eurovision Şarkı yarışması yapıldı. Türkiye dördüncü oldu. Yarışmaya Türkiye adına katılan Hadise sonuçtan gurur duymuş. Ben sonuçtan gurur murur duymadım. Bilakis, Ülkemin böyle saçma sapan bir yarışmaya hâlen katılıyor olması hadisesinden utanç duydum. Ayrıca, ikinci ve daha büyük utancı Ülkem adına katılan Hadise’nin kılık kıyafeti ile yaşadım. Yarışmada sahne alan bazı sanatçılar kırmızı noktalı ve gecenin en geç saatinde yayınlanması gereken kılık kıyafetle yarıştılar. Ne acıdır ki, en utanılacak kıyafeti de Hadise giymişti. Yılın Hadisesi bu olsa gerek. Hadise bu utanç duyulacak dansöz kıyafeti ile dördüncü oldu. Başka bir Müslüman Ülke adına (Azerbaycan adına) sahne alan bayan sanatçının kıyafeti de utanç doluydu. O da üçüncü oldu. Hem Hadise hem de Azeri sanatçı kendi kültürünü yansıtan kıyafet ve şarkılarla katılmamıştı. Özenti eseri Batı Kültürünün özelliklerini yansıtan şarkı ve kıyafetlerle yarıştılar. Batı Ülkelerinin yarışçılarının hem kıyafetleri daha kapalı idi, hem de öz be öz kendi kültürlerinin yansıtan şarkılarla yarıştılar. İşte Norveç, işte İzlanda bu özellikleriyle 1. ve 2. oldular.

Evet, dünkü Eurovision Şarkı Yarışmasında Hadise’den utandım. Sanki bedevi çadırında sefih bir bedeviyi eğlendirmek için sahne alan bir dansöz vardı ortada. Bizim sanatçımızın kılık kıyafeti yarışmadan önce çok eleştirildiği için ve bilindiği için onu görmeye bile gerek yoktu. Yarışma sonuçlandıktan sonra, bugün (17.05.2009 günü) internette Avrupa Ülkelerinin sanatçıları nasıl yarışmış diye şöyle kabataslak bir araştırma yaptım. En utanılası giysiler, benim tespit edebildiğim kadarıyla Türkiye’den Hadise’ye ve Azerbaycan’dan adını bilmediğim yarışmada üçüncü olan o sanatçıya aitti. Kısacası iki Müslüman Ülkenin iki sanatçısı Eurovision’da ahlaksız kıyafetlerde Batılıları geçmişlerdi. Ünlü bir şairimizin dediği bu olsa gerek. Necip Fazıl’ın sözlerini bir kez daha hatırladım: “Utanırdı burnunu göstermekten sütninem, Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem. ….. Geçenler geçti seni, atıldı pabucun dama; Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma...”

Evet Dostlar, Eurovision Şarkı Yarışması adıyla sergilenen kepazeliklerden utandım, Hadise’den utandım! Bu kepazelikleri bize yaşatanlar acaba herhangi bir utanç içinde mi?

Bu yarışmaya Ülkemiz adına katılan TRT yetkilileri herhangi bir rahatsızlık içinde mi? Bir Babayiğit çıksa da şu TRT’yi özelleştirse, ah ne güzel olur. İşte o zaman benim vergilerim işe karışmayacağı için özelleşmiş ve adı değişmiş TRT hangi yarışmaya katılıyorsa katılsın beni ilgilendirmez. Burada beni ilgilendiren benim adıma, 70 milyon adına yarışmaya katılırken bana hiç sorulmamasıdır. Millete bir sorun bakalım, “Millet, Eurovision Şarkı Yarışmasına bu şekilde katılınmasından hoşnut mu?”

Sözü fazla uzatmayalım, 2009 yılındaki Eurovision Şarkı Yarışması’ndaki Hadise’den utandım.

Ahmet SANDAL

 

8- İKİ TATLICI DÜKKÂNINDA TATLIDAN DAHA TATLI İKİ TATLI ANI

İki tatlıcı dükkanında geçen iki tatlı anım var. İkisi de Gaziantep’te yaşanmıştır.

Birincisi 1980’li yıllarda. Bu anının yaşandığı o yıllarda daha 15 yaşlarındayım. İkinci anımın yaşandığı yıl 2002 yılı. Bu anılarımın bir yazı hâlinde size sunulmasına neden iki esnafın, iki örnek davranışına dikkat çekmektir. Bu örnek davranışların yaygınlaşması için bir nebzecik katkımız olursa kendimizi bahtiyar hissederiz.
Bu iki anımı anlatmaya sondan başlayayım. Önce 2002 yılındaki anımı, yani ikinci anımı anlatayım sizlere.
Bu anım, Gaziantep'te bir katmerci dükkanında yaşanmıştır. Sanırım, katmerin ne olduğunu anlatmaya gerek var. Önce katmeri bir tarif edeyim sizlere. Katmer bir baklava çeşididir. Un, şeker, su ve kaymak bu tatlının ana malzemeleridir. Bu tatlı özellikle sabah kahvaltısında yenilir.
Bir görev dolayısıyla Gaziantep’te birkaç haftalığına bulunmaktaydım. Katmer tatlısının tadına baktıktan ve lezzetini aldıktan sonra, zamanım nasıl olsa burada birkaç hafta. Bari bu süre zarfında bu tatlıdan mümkün olduğunca yiyeyim diye düşündüğümden olacak, şehrin muhtelif yerlerindeki katmercilere uğruyordum. O gün Ömeriye Camii'nin yakınlarındaki bir katmerciye girdim ve      "İyi, cebimde tam tatlı ücreti kadar bozuk para ve biraz da kağıt para var" dedim. Niyetim bu bozuk parayı tatlıcı da harcamak ve sonra da asıl planım olan arabanın motorlu taşıt vergisinin ikinci taksitini Vergi Dairesine yatırmaktı.
Katmer tatlımı yedim. Allah’ıma şükrettim. Daha sonra, otomobilimin vergisini yatırmak üzere dışarıya çıktım. Katmer Tatlıcısının biraz ilerisindeki Vergi Dairesinde vergiyi yatırmak için elimi cebime attığımda, tüm paraların yanında bozuk paraların da halen cebimde olduğunu fark ettim ve hiç yapmadığım bir şeyi yaptığımı anladım. Tatlıyı yiyip, dalgınlıkla parasını vermeden tatlıcı dükkanından ayrıldığımı anladım. Bu durumu farkedince tabi önce tatlı bir şekilde gülümsedim. Hava o gün çok sıcak olduğundan sanırım sıcak başımıza vurmuştu. Şöyle düşündüm "şimdi bu sıcakta tekrar oraya gitmeyeyim. Yarın sabah yine o dükkâna uğrar, bir tatlı yer ve iki tatlı parasını da birden öderim" diye düşündüm.
Ertesi gün o katmerci dükkânında tatlımı yedikten sonra iki ücreti birden ödedim. Ve aklıma takılan o soruyu sordum: “Dün tatlıyı yedikten sonra parasını vermeden giderken beni niçin uyarmadıklarını, yoksa kendilerinin de mi fark etmediğini” sordum.
Katmerci ustasından aldığım cevap ince düşüncenin eseri çok anlamlı bir cevaptı. Bu cevap, Anadolu'muzun güzel insanına mahsus bir cevaptı. Dükkândaki usta: "Ağabey, biz burada tatlı yiyip gidenlere, parasını versin ya da vermesin kesinlikle seslenmeyiz. ' Canı tatlı istemiş de yemiş, cebinde belki parası yok, afiyet olsun' diye düşünür, para vermeden giden müşteriyi uyarmayız, durdurmayız" şeklinde sözler sarf etti.
Bu cevap karşısında gözlerim doldu. Duygulandım. Anadolu’muzun iyi ve güzel insanlarıyla, merhametli esnaflarıyla bir kez daha iftihar ettim.
Şimdi de 1980’li yıllarda yaşadığım diğer anımı anlatayım. Sene 1980. Yaşım 15. Ablam, Van İli Erciş İlçesi’nde Hemşire. Okulumuz kapandı, yaz tatili başladı. Abim ve Ben birlikte, Gaziantep’den otobüse binip Van Erciş’e gideceğiz. Otobüs hareket saatine kadar Abim’le birlikte Gaziantep’te çarşıda garip garip, mahzun mahzun geziyoruz. Bir baklavacı dükkanının vitrinindeki tatlılara iştah içerisinde tatlı tatlı bakıyoruz. Tabi bu bizim bakışımız içerideki dükkân sahibinin de dikkatini çekmiş. Bir müddet bizi izledikten sonra, bizi içeri çağırdı. Bize nere gideceğimizi falan sorduktan sonra, “sizin canınız sanırım tatlı-baklava çekti.” Buyurun benim ikramım olarak afiyetle yeyin” dedi. Abimle ben bize ikram edilen birer porsiyon tatlıyı iştahla yedik ve teşekkür ederek, o dükkandan ayrıldık..
Bu tür güzelliklerin daha fazla yaşanması ve daha fazla yer bulması dileğiyle bu iki anımı sizlerle paylaştım. Bu güzelliklerin kaynağı Anadolu İnsanının dininden, örfünden ve ananesinden gelen yardımlaşma ve dayanışma duygularıdır. İnşallah bu duyguları sonsuza dek kaybetmeyiz.

 

Ahmet Sandal

 

9- KODAMAN GELDİĞİNDE OOOOOOO, GARİBAN GELDİĞİNDE IIIIIII

Dünyada gıpta ettiğim insanlar vardır. Özü sözü bir olanlara gıpta ederim. Zengin-fakir, şehirli-köylü, amir-memur, büyük-küçük, fabrikatör-işçi ayrımı yapmadan tüm insanlara davranışı ve bakışı samimi ve tabi olanlara gıpta ederim. Evine, bürosuna, işyerine, yanına gelenlere, kimlik ve statüsü ne olursa olsun aynı samimiyet, aynı güler yüzlülük ve aynı duyarlılıkla kapı açanlara gıpta ederim. Bunlar gıpta edilmeye, imrenilmeye değer özelliklerdir.

Bu saydığım davranış ve tavır şekilleri gıpta edilmeye, imrenilmeye ve örnek alınmaya layık özellikler de, acaba, toplumumuzdaki fertlerin yüzde kaçında var bu özellikler? Bu soruyu hiç düşündünüz mü? Bu sorunun cevabını tam olarak vermek elbette mümkün değildir. Ancak şu tespiti yapmak mümkündür. Bu tespitte, kendi nefsimi başa alarak ve en çok onu eleştirerek söylüyorum. O tespitim şu: “Yanımıza gelen insanlara, bize telefon açan insanlara ve karşılaştığımız insanlara aynı samimiyet ve aynı duyarlılıkla bakmıyoruz. Nedense, bir makam sahibi, bir zengin, bir güçlü-etkili kişi gördüğümüzde, ya da yanımıza geldiğinde, ya da telefon açtığında “daha sıcak, daha güler yüzlü” davranıyoruz ve konuşuyoruz. Yanımıza gelen, fakir, gariban, zavallı birisi oldu mu iş değişiyor. Yüzümüz o kadar da sevecen ve sıcak olmuyor. Rahmetli Anacağım şöyle söylerdi: “Fakirin yüzü, zemherinin buzu.” Yani fakirin yüzü sopsoğuktur. Bu niye böyle?
Ben günlük hayatta çok rastladım, Allah affetsin, biz de bu tavrı zaman zaman gösterdik. Zengin, etkili kişiler yanımıza geldiğinde sanki bahar gelmiş gibi neşeleniyoruz. Gairban, zayıf kişiler geldiğinde de sanki buz kesiyor etraf. Mesela, birçok kişi, önem verdiği ve güçlü olduğunu hissettiği birisi odasına geldiğinde; sevinç ve neşeyle bir oooooooooo çekiyor ki, sorma gitsin. Aynı kişi, odasına gelen bir gariban için dışından söylemese de, içinden ıııııııııı çekiyordur. Yani birinci durumda sevinç ve memnuniyet var, ikinci durumda ise yüz ekşitme var.
Biz hayatımız boyunca, yanımıza gelenlere kaç yüz kere “yüz ekşitmişizdir” bilmiyorum da, tek bildiğim, Sevgili Peygamberimiz (sav) hayatı boyunca, bir tek kere, “yüzünü hafifçe ekşitti de, Yüce Allah’tan uyarı aldı. Demek ki ne kadar ciddi bir durum bu. Tüm Peygamberler’in ismet yani masumiyet sıfatı vardır. Onlar, Allah’ın izniyle günahlardan ve hatalardan beridir. Ancak, zelle denilen küçük hatalar sözkonusudur. İşte Sevgili Peygamberimizin hayatında işlediği tek zelle budur. Ve bu zelleden dolayı da uyarılmıştır. Bu uyarı Abese Suresindeki ayetlerde mevcuttur. İşte o ayetler: Kendisine o âmâ geldi diye Peygamber yüzünü ekşitti ve öteye döndü. (Ey Muhammed!) Ne bilirsin, belki de o arınacak, Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek. Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; Sen, ona yöneliyorsun. (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Allah’a karşı derin bir saygıyla korku içinde koşarak sana geleni ise bırakıp, ona aldırmıyorsun. Hayır, böyle yapma! Çünkü bu (Kur’an) bir öğüttür. (Abese, 1-12)
Bu ayetlerde geçen olayın özeti şudur: Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, İslâmiyet ve Müslümanlara şiddetli muhalefetleriyle bilinen Velid bin Muğire, Utbe bin Rebîa, Ümeyye bin Hâlef gibi birçok Kureyş ileri gelenleriyle konuşuyor, onlara îmân ve Kur'ân hakikatlerinden bahsediyordu. O sırada, Ashabdan Abdullah bin Ümmi Mektûm adlı Âma geldi. Âmâ olduğundan Peygamber Efendimizin kimlerle konuştuğunun farkında değildi. "Yâ Resûlallah," dedi, "beni irşad et, bana Kur'ân okut, Allah'ın sana öğrettiklerinden bana birşeyler öğret." Efendimiz (sav) bütün dikkatini Kureyş ileri gelenleri üzerine yoğunlaştırdığından bu durumdan sıkıldı ve rahatsız oldu. Onunla pek ilgilenmedi. İşte bu olaydan hemen sonra Abese Suresi nazil oldu ve Sevgili Peygamberimiz (sav) uyarıldı. Bu uyarıdan da anlıyoruz ki, garibanlara, zayıflara ve fakirlere “yüz ekşitmek” çok nahoş bir şeydir. Bu nahoş hadise maalesef her gün belki de milyonlarca işleniyor. Allah muhafaza buyursun bizler de işleyebiliyoruz.
Kimse kızmasın, kimse bu acı gerçeği inkâr etmesin, “garibanlar gelince yüz ekşitmek, kodamanlar gelince kırıtmak” maalesef Ülkemizde yaygın bir acı gerçek. Belki tüm Ülkelerde geçerlidir bu gerçek. Bu gerçeği nasıl da güzel özetlemiş Şair bir şiirinde;
“Memur gelir karşılarsın köşeden
Zengin gelir kırılırsın neşeden
Öte kaçma bizim garip Eşe’den
Bakıp boynundaki kire Dohtur Beğ.”
(Abdurrahim Karakoç, Dohtur Beğ şiiri)
Konumuzla bağlantılı bir acı gerçek de, “garibanların, zayıfların ve fakirlerin “alaya alınmasıdır.” Özellikle garibanlara, fakirlere, zayıflara küçültücü lakap takılmasıdır. Bunlar da birçok toplumda rastlanan çok çirkin davranışlardır.
Bu husustaki bir ayet-i kerimeyi aşağıya yazarak dikkatlerinizi çekiyorum: “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir."(Hucurat Suresi 11. Ayet)
Kodaman geldiğinde oooooo çekmek, gariban geldiğinde ıııııııııı diye içten söylenmek, garibanlarla, zavallılarla alay etmek, onlara küçültücü lakaplar takmak Allah’ın sevmediği davranışlardır. Bunlardan kaçınalım. Yunus Emre misali, herkese aynı gözle bakalım ve samimi-içten davranalım”. Vesselam.

 

Ahmet Sandal

 

10- MİLLETVEKİLİ ADAY LİSTELERİ BELLİ OLDUĞUNDA

Milletvekilliği ya da Milletin Temsilciliği her Ülkede kendi şartları içerisinde saygın ve değerli bir görevdir. Bu görevi hakkıyla yapan ve kamu yararı için çalışan her vekili, her temsilciyi bu mânâda tebrik ederim.

Ülkemiz şartları içerisinde de Milletvekilliği çok kimsenin hâyalini kurduğu bir görevdir. Bizde de saygın ve değerli bir konuma sahiptir. Bu görevin bu saygınlığı ve değeri yanında, dünyevi olarak düşündüğümüzde “tatlı mı tatlı bir görevdir”. Bir laf var ya: “Tadından yenmez.” Aynı onun gibi. Tatlı görev Milletvekilliği için Ülkemizde adeta büyük bir mücadele yaşanıyor bu günlerde. İşte dün (11.04.20111 günü) saat 17.00 itibariyle Milletvekilliği aday listeleri Yüksek Seçim Kuruluna teslim edildi. Heyecan artarak devam etmektedir. Heyecan 12 Haziran 2011 gününe kadar sürecek. O gün Milletimiz sandık başına gidecek. Hayırlısı olsun. İnşaallah hayırlı hizmetler verecekler kazansın.
Bu yazıda esas demek istediğim bu değil. Milletvekili aday listeleri belli olduğunda, bir yerlerde heyecan yaşanırken, Ülkemizde ya da Ülkemizin dışında yine bildik acı ve hüzün veren olayların yaşandığıdır. Bu hüzün ve acı olaylar Ülkemizin ve tüm Dünyanın kara tablosudur. İşte önemli olan Milletvekili seçilmek değil, önemli olan bu kara tabloyu beyaza çevirmektir. İşte buna dikkat çekmeyi önemsedim ve bundan dolayı bu yazıyı kaleme aldım.
Ülkemizde ve Ülkemiz dışında kara tablo olarak gördüklerimden önemli olanlarını aşağıda bir bir sıralayacağım ve bu kara tabloluk olaylar dün Milletvekili aday listeleri açıklandığında da bu Ülkede ve Dünya’da maalesef yaşandı. Bu kara tabloluk hadiseler durmak bilmiyor. Asıl mesele Milletvekili seçilmek değil, asıl mesele bu olayları durdurmaktır. Ya da durdurmak için canla başla çalışmaktır.
İşte demek istediklerim şunlar. İşte dikkat çekmek istediklerim bunlar.
1-Dün Milletvekilliği listeleri açıklandığında; trafik kazaları yine yurdun dört bir yanında can almaya devam ediyordu. Onlarca haberden birisi memleketim Kahramanmaraş’tan geldi. Habere göre; yol yapım çalışması devam eden bir kavşakta meydana gelen kazada aynı aileden üç kişi öldü. Bu yol çalışmasının bir türlü bitirilemediği için kazaların sık sık o civarda meydana geldiği de haber altı yorumlarda ifade ediliyordu.
2-Dün Milletvekilliği listeleri açıklandığında; aşırı yağışlar yurdun dört bir yanında sellere ve ölümlere neden oluyordu. Onlarca haberden birisi Erzurum’dan geldi. Aşırı yağışlar Erzurum’da can aldı. Kerpiçten yapılma ve derme çatma bir ev yoksulluktan dolayı o evde yaşamak zorunda olan garibanların üzerine yıkıldı. Erzurum’da tek katlı ve kerpiçten yapılmış bir ev, aşırı yağış nedeniyle üzerine istinat duvarının yıkılması sonucu çöktü. Bu olayda iki çocuğu ve annesi binanın enkazı altında can verdi. Çocuklardan birisi daha bir yaşındaydı.
3-Dün Milletvekilliği listeleri açıklandığında; şiddet, saldırı, adam öldürme, adam yaralama, hırsızlık ve benzeri kara haberler yurdun dört bir yanında meydana geliyordu. Onlarca haberden birisi Samsun’dan, birisi de Adana’dan geldi. Samsun’dan gelen habere göre, adam tartıştığı eşini 51 yerinden bıçaklayarak öldürmüş. Adana’dan gelen habere göre de, işsiz koca karısını tabancayla öldürmüş. Bu haberle bir türlü bitmek bilmiyor.
4- Dün Milletvekilliği listeleri açıklandığında; işsizlik, yoksulluk, çaresizlik, pahalılık, adaletsizlik, gelir dağılımında eşitsizlik ve benzeri sorunlar insanımızın belini bükmeye devam ediyordu. Bunlar için herhangi bir haberden örnek vermeye gerek yok. Bu kara tabloyu milletimiz yıllardan beri bizzat yaşamaktadır.
5- Dün Milletvekilliği listeleri açıklandığında; ABD Libya’yı havadan vuruyordu. Dün Milletvekilliği listeleri açıklandığında; İsrail yine Filistinlilerin üzerine bomba yağdırıyordu. Dün Milletvekilliği listeleri açıklandığında; Afganistan’da, Irak’ta ve dünyanın çeşitli yerlerinde ABD ve İsrail’in zulmü devam ediyordu.
Bu listeyi uzatmak mümkün. Sizi içerideki ve dışarıdaki bu kara tablo ile fazla karartmak istemem. Dikkat çekmek istediğim yalnızca şudur: Milletvekilliği olmak önemli değil, yukarıdaki kara tabloları beyaz çevirmek önemlidir. Milletvekilliği önemli değil, bu Milletin hayrına çalışmak ve Milletin acılarını dindirmek, Milletin yüzünü güldürmek önemlidir. Milletvekili olmak önemli değildir, önemli olan masumların koruyucusu ve kimsesizlerin kimsesi olmaktır, vesselam.

 

Ahmet Sandal

 

11- VİRGÜL VE NOKTA ARASINDA ŞİİR GİBİ SÖZLER

1-DUA KULLUĞUN ÖZÜDÜR

Dua kulluğun özüdür, dua edeni Allah sever,
Ver Allah'ım iman, sağlık ve helal kazanç ver,
Duamız olmasa Allah bize niye değer versin,
Ey Allah'ım sen bizi bizden daha fazla seversin. (21.12.2010)

2- OSMANLI'YA ÖZLEM

Ecdadımız üç kıtada, yedi denizde hüküm sürmüş,
Nizam-ı Alem'i kendisine tek maksat, tek hedef görmüş,
Şimdi tarihteki o altın sahifeleri hasretle anıyorum,
İçimde yaşayan Osmanlı Ruhunu bir teselli sanıyorum,
Çağ açıp çağ kapayan Ecdadı rahmetle anıyorum,
Onlara layık bir nesil olamadık, işte buna yanıyorum. (20.12.2010)

3- CENNETİN KAPISINDAN GİRMEK İSTERSEN

Girmek istersen Cennetin kapısından, ister fakir, ister zengin ol,
Hiç mi hiç önem taşımaz bunlar, aman ha Kardeşim engin ol,
Gönlünde zerre kadar kibir olursa geçemezsin o kapıdan asla,
Şimdi bunları biliyorken de taslayabiliyorsan haydi büyüklük tasla. (18.12.2010)

4- YA MEVLANA GELDİM KAPINA

Ne olursan ol yine gel, yine gel ne olursan ol,
Mevlana geldim kapına, buldum sana bir yol,
Dervişler, Veliler ışık saçar etrafına yana yana,
Ya Mevlana ışık ver bana, işte geldim yanına,
İşte şimdi tuttum dönen Semazenlerin eteğinden,
Allah'ım mahrum etme bizi Mesnevi peteğinden. (17.12.2010)

5- EĞLENCE DÜŞKÜNLERİ

Eğlence düşkünleri vur patlasın, çal oynasın oyundalar,
Zavallılar aldanmışlar, nefsani, şeytanî bir doyumdalar,
Bu turist taifesinin yaşları yetmişi çoktan aşmış amma,
Sanki ölmeyecek gibi hoplayıp zıplamaları tam bir muamma. (16.12.2010)

6- EN BÜYÜK ZENGİN SENSİN

Sağlam bir iman taşıyorsan kâlbinde,
Parlak ışıklar görüyorsan istikbâlinde,
Huzur ve mutluluk varsa her hâlinde,
En büyük zengin sensin, en zengin sensin. (15.12.2010)

7- BİR EZAN OKUNURKEN DUYGULARIM

Şu okunan Ezanlar gökyüzünde ebediyyen inlesin,
Allah (cc) bizleri, ezana icabet edenlerden eylesin,
Ezana icabet, namaz kılmak ve tesbihat demektir,
Ezana uymamak büyük günah ve kabahat demektir. (14.12.2010)

8- DENİZLERİN İÇİ

Denizlerin içinde bambaşka, capcanlı hayat var,
Allah'ın yarattığı her şeyde muazzam sanat var. (13.12.2010)

9- HOŞGÖRÜ VE SEVGİ

İnsanın özünde, cevherinde hoşgörü ve sevgi vardır,
Özünü ve cevherini kaybedene dünyalar bile dardır,
Mutlu ve huzurlu olmak istiyorsan sev, hoşgörü besle,
Sevgi ve hoşgörüye zıt olan tüm fikirleri reddet ve tersle. (06.12.2010)

10- GENÇLİĞE SAHİP ÇIKILIYOR MU

Göstermelik bir sahip çıkış var, bayramlarda, seyranlarda,
Söyleyin bakalım gençliği kim koruyacak diğer zamanlarda,
Maalesef gençlik göz göre sürükleniyor boşluğa, uçuruma,
Hâlâ bazıları gerçeği görmüyor, kafasını sokuyor kuma. (05.12.2010)

11-KİMSEYE KALMAZ

Kalmaz bu dünya kimseye kalmaz,
Kimse bu fani dünyaya kök salmaz.
Yaşayan en fazla yüz yaşasa ne yazar,
Gün geldiğinde mezarcı toprağın kazar. (04.12.2010)
12- MİLLETVEKİLLİĞİ ADAYLIĞI VE PARA

Her babayiğidin kârı değil, Milletvekilli adayı olmak,
Her babayiğidin kârı değil, çuval çuval parayı bulmak,
Herkes uyandı, "seçim yılına geçim yılı" diye bakıyor,
Cebi şişkin bir aday gördüğünde, ağzının suyu akıyor. (03.12.2010)
13- ZENGİN VE FAKİR
Zengin sermayesini çalıştırır, fakir kolunu,
Zengin para kazanmanın bilir binbir yolunu,
Fakirin elinde ne para var, ne sermaye,
İş bulamazsa ne şehre sığar, ne köye. (02.12.2010)


14- POLİTİKACI VE ADALET
     
Politika, adam kayırma, tarafgirlik üzerine işler tüm Dünyada,
Politikacının adil davranacağını düşününler derin bir rüyada,
Politikacıdan adalet bekleyen her yerde, her zamanda vardır,
Adaletsizlik yapanlar, canavardan daha adi bir canavardır. (01.12.2010)

15- DEMOKRASİ VE ASALAKLAR

Demokrasi dedikleri bir curcuna, kim kime, dum duma,
Parti marti hikaye, menfeat şebekeleri geçmiş hücuma,
Bu asalaklar, ne Devlet malı, ne de Millet malı tanırlar,
Bu asalaklar, ne Allah'tan korkarlar, ne de kuldan utanırlar. (30.11.2010)

Yukarıdaki şiir gibi sözler hepsi de bir sebebe binaen en altta belirtilen tarihlerde yazılmıştır. Bu şiir gibi sözleri yazdım ve Fikir/Şiir başlığı altında 1’den 15’e kadar sayılarda facebook’taki sahifemde de aynı tarihlerde yayınladım. Fikir/Şiir sözleri İnşallah devam edecek.

 

Ahmet Sandal

 
 
  Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol